Orhan Pamuk okuma rehberi

yavuz altun
6 min readApr 26, 2021

--

Bazı romanları iyi ki geç okumuşum dediğim oluyor. Çünkü iyi yazılmış bir roman, ilk okuyuşta anlatılandan çok daha fazlasını vaat eder. Kelimeleri uç uca birleştirdiğinizde ortaya çıkan hikâyeler bütünü, farklı katmanlarla genişler, boyut ve derinlik kazanır, nihayet size yepyeni bir dünya kurar.

Bazı yazarlar bunu tuğla tuğla ördükleri bir yapı biçiminde okuyucuya sunar. Bazıları devasa bir tuvalin önünde her detayına özendikleri bir resim yapar gibi. Bazılarıysa bir heykel ustasının murç, çekiç ve madırgasıyla mermere ya da başka kıymetli taşlara şekil vermesine özenir. Bu türlü romanları geç okuduğuma seviniyorum çünkü hayata ve edebiyata dair bilgim arttıkça, bu romanlardan aldığım tat da başkalaşıyor.

Orhan Pamuk, yer yer kendisinin de ifade ettiği üzere, bir ressam gibi yazar. Onu bazen Bob Ross’a benzetirim. Eline aldığı fırçayla, ekranları başındaki seyircilerle konuşarak ve bu arada resimdeki her bir unsura şefkat göstererek, sabırla saatlerce resim yapar.

Pamuk’un külliyatını okuduğunuzda, onun en yakıcı meseleleri bile metanetle, hoşgörüyle ve şefkatle nasıl anlattığına şahit olabilirsiniz. En kötü karakterlere bile yeri gelir üzülür, anlayış gösterirsiniz. “Babacan” bir üslubu vardır. Ama bu onu tartışmalı alanlara girmekten, cesaret gerektiren meseleler açmaktan, karakterlerinin karanlık taraflarını fâş etmekten alıkoymaz.

Herkesin sevmek zorunda olduğu bir yazar değil Pamuk. “Okumak isteyeceğim romanlar yazdım,” demişti bir röportajında. Zevkleriniz onunla yakınlaşıyorsa, onu okumayı sevmeniz daha muhtemel. Ama onun dünya edebiyat tarihinde önemli bir yeri var ve hep olacak.

İlk kez Orhan Pamuk okuyacaklara ya da son romanı Veba Geceleri’ne başlayacaklara ya da bir vakit burun kıvırıp şimdilerde “Acaba okusam mı?” diye tereddüde düşenlere bir Orhan Pamuk okuma rehberi hazırladım. Umarım işinize yarar…

BİR

Orhan Pamuk salt bir hikâye anlatıcısı değildir. O hikâyeyi nasıl anlatacağı üzerine de uzun uzun kafa patlatır. (Post)modern romanın en büyük numarası da budur zaten. Romandaki hikâyeyi kimin anlatacağı, biz okuyucuların hadiseleri kim(ler)in gözünden göreceğimiz, bu arada hikâye anlatmanın kısıtlarının neler olacağı onun sanatının hiç de es geçilmeyecek bir cüzüdür.

Bunun da ötesinde romanın okuyucusunun kim olacağını dâhi düşünür. Okuyucuyla oyunlar oynar, muziptir. Cümlelerinin “kırıklığı” ya da Türkçesinin “düzgün olmayışı” çokça gündeme gelir ama bunlar onun özgünleşme hamleleridir esasında. Dener, yanılır, yine dener. Ve evet, Batılı okuru da hesaba katar yazarken.

Bu sebeple belki de, roman sanatı hakkında bir miktar malumat sahibi olmak, Pamuk romanlarından daha büyük keyif almanın ön koşuludur bana kalırsa. Tıpkı resimler gibi. Bir miktar sanat tarihi okumakla, sanat galerilerinden yahut müzelerden daha çok istifade etmeye başladığınızı sizler de hissetmişsinizdir.

Pamuk’un romanları referans aldıkları (hatta bazen geniş geniş aşırdıkları) başka metinlerle birlikte düşünüldüğünde daha geniş bir dünyanın parçası olarak görülebilir. Sıkı edebiyat okurları, özellikle de modern romanların müdavimleri, Pamuk’un kimlerle diyaloga geçtiğini daha iyi kavrayacaktır.

İKİ

Isaiah Berlin, yazarları ikiye ayırır: Tilki ve kirpi. Yola çıktığı söz de şudur: “Tilki pek çok şey bilir, ama kirpi büyük, tek bir şey bilir.”

Tilki olan yazarlar, size devasa bir dünya sunar, incik boncuk her şeyden bahsettikleri, sanki sizi oraya götürür gibi ustalıkla kurdukları bir dünyayı ve o dünya içindeki karakterleri anlatır. Kirpiler ise tek bir konudaki vukufiyeti ile öne çıkarlar. O kadar derinlikle bahsederler ki o konudan, dipsiz bir kuyuya baktığınızı hissedersiniz. Tolstoy, tilkidir mesela; Dostoyevski ise kirpi.

Orhan Pamuk, çok evvelden Dostoyevski tarzı bir yazar olmadığını söylemişti. Bir kitabında, Tolstoy’un karakterlerin ruh dünyasına pek değinmeden, tamamen dışarıdan gözlemlenebilen hareketleri, tavırları, jest ve mimikleriyle onların duygu durumlarını aktarabilmesini çok sevdiğini de anlatmıştı. Elbette Tolstoy’un karakterlerdeki (dışsal) detaycılığı kadar yaşadıkları çağın alelade günlük detaylarına dair uzun uzun yazması da Pamuk’a benzer.

Tıpkı Tolstoy gibi Pamuk da, anlattığı hikâyeyi dışarıdan seyrederek tasvir eder. Onun romanıyla “bakış” ve “manzara” arasında sıkı ilişkiler vardır. Ondan, “uzun ruh tahlilleri” ya da “zihnin derinliklerinde gezinen düşünceleri” bekleyen okuyucular hayal kırıklığına uğrayacaktır. Onun hitap ettiği yer gözdür. Gözümüzle görebileceğimizi anlatır. Hikâyelerini de bu esasa göre kurgular. Materyal (objektifçe anlaşılabilir) dünyayı anlatmayı, metafizik (sübjektif biçimde hissedilen) dünyaya tercih eder.

Elbette her okuyucu bundan hoşlanmayacaktır.

ÜÇ

Peki ne anlatır Orhan Pamuk? Galiba en çok üzerinde durduğu mesele Doğu’yla Batı’nın karşılaşmasıdır. Bunu İstanbullu kimliği ile örtüştürür, bir zenginlik kaynağı olarak görür.

Osmanlı’nın Batılılaşma tarihi, Batılıların Doğu’yu nasıl gördükleri, Doğuluların Batı’ya nasıl baktıkları, bu ikisinin karşılaşmasının ortaya çıkardığı meseleler, kimlik problemleri, yeni ile eski arasındaki çatışma ve bağlanma… Hepsinden bir tutam bulmak mümkündür romanlarında. Hatta çoğu zaman bu arkaplan, görünürdeki hikâyenin de önüne geçer, karakterlerin başlarına gelenlerden çok, o karakterlerin içine doğdukları kültürel evreni anlatır.

Doğu-Batı meselesinin Osmanlı’nın son dönemindeki meşhur Tanzimat romanının da başlıca konularından olduğunu bilenler için, Pamuk’u bir Türkiye edebiyatı silsilesinin son ucuna eklemek mümkün. Ama bunu daha önce hiçbirinin yapmadığı kadar alaycılıkla ve yer yer sinizme de varan bir nihilizmle yaptığını düşünürsek, burada farklı bir damar olduğunu söyleyebiliriz.

Konuşmalarında ya da bazı düz yazılarında bazı şeylere kıymet verdiğini ısrarla vurgulasa da, bana kalırsa Orhan Pamuk edebiyatı, var olan bütün değerleri, inanışları, romantizmleri, gizemleri, idealleri, ideolojileri düzleyen ve gerçek hayatın rastgeleliğini, sıradanlığını ve sıkıcılığını surata çarpan bir edebiyattır.

Bu gerçeklik, geri kalmışlığın, hayallere ulaşamamanın, ideallerdeki hayat için yeterli olamamanın doğurduğu bir melankoli ve hüzne eşlik eder karakterlerin hayatlarında.

DÖRT

Müthiş detaycıdır. Bazen bir paragraf yazmak için en az iki üç kitap okumuş olduğunu hissedersiniz. Ağabeyi ünlü tarihçi Şevket Pamuk’a özenir gibi, akademik bir araştırmacılık hassasiyetiyle, ele alacağı konuya dair ne var ne yok tüketir. Sonra da buradan elde ettiği detayları romanın sayfalarına serpiştirir.

Bu durum ortalama okur için sıkıcı gelebilir. Anlatımın uzayıp sündüğü hissine kapılmak mümkündür. Aynı zamanda ağır ağır, sindire sindire okursanız daha çok lezzet alacağınız anlamına da gelir.

Pamuk’un özellikle tarihî romanlarını şuna benzetiyorum: Çok eski, zengince detaylı ve büyük bir resmi seyrederken bir anda tablodaki her şeyin hareketlendiğini, o tabloda dondurulmuş hayatın akmaya başladığını düşünün. İşte Orhan Pamuk, gerçekten de tarih kitaplarının, eski tasvirlerin, kıyıda köşede kalmış eski kitapların bize kesitler hâlinde sunduğu o bilgiyi alıp oradan bir hayat canlandırmaya girişir.

Hatta yukarıda değindiğim “şefkatli anlatıcı” tavrı, tarihî romanlarda daha çok karşımıza çıkar ve eski zamanlarda yaşamış karakterlerin bugünden bakınca akılsızca gelebilecek davranışları üzerinde ısrarla durur. Sanki bir minyatürdeki küçük adamların ve kadınların gerçekten de hayatla baş edemeyecek kadar küçük ve yetersiz olduğunu düşündürür.

Pamuk, büyük kahramanlıkları ya da idealistçe prensipli davranışları değil, insanların küçük çıkarcılıklarını, şark kurnazlıklarını, basitliklerini ve budalalıklarını anlatmayı daha çok sever.

BEŞ

Romanlarını Nobel öncesi ve Nobel sonrası olarak ayırmak mümkündür. Nobel öncesinde daha “sanatsal” romanlar yazmaktaydı. Birinci maddede bahsettiğim “romanın yapısı” meselesine daha çok kafa patlatıyordu. Ancak Nobel’den sonra, bir röportajında da bahsettiği üzere, hikâyeye daha çok ağırlık verdi ve daha da detaycı, daha da takıntılı hâle geldi. Hâliyle romanlarının hacmi de arttı.

İlk romanı Cevdet Bey ve Oğulları’nı ayrı bir yere koymak lazım. Zira orada 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarındaki modern romanlara benzer bir aile hikâyesi anlatmış, bunu da alabildiğine sadelikle ve “kitabına uygun” (bildungsroman) biçimde yapmıştı.

Sonrasında sırasıyla yazdığı, Sessiz Ev, Beyaz Kale, Kara Kitap, Yeni Hayat, Benim Adım Kırmızı ve Kar romanları, anlattıkları konuların yanı sıra dilde ve roman sanatında farklı teknik arayışlarla da öne çıkar.

Nobel’den sonra yayımladığı romanları, Masumiyet Müzesi, Kafamda Bir Tuhaflık, Kırmızı Saçlı Kadın ve son olarak Veba Geceleri’nde ise tabiri caizse daha “basitçe” hikâyesini anlatmayı tercih etmiş, elbette yine bazı yapısal-teknik yenilikleri gündeme getirmiş fakat ilk dönem romanları kadar “artistik” kaygılara düşmemiştir.

Bu sebeple eğer ilk kez Pamuk okuyacaksanız, Nobel sonrası romanlarla başlamanız belki daha iyidir.

ALTI

Orhan Pamuk aynı zamanda çok güzel makalelerin de yazarıdır. Bunları Öteki Renkler ve Manzaradan Parçalar gibi derleme kitaplarından okuyabilirsiniz. Ayrıca Saf ve Düşünceli Romancı isimli, yazarlık sanatıyla ilgili ABD’de verdiği derslerden oluşan kitabı da, yazmakla ilgileniyorsanız eğer, şahanedir.

Aşağıda benim tekrar tekrar okumaktan keyif aldığım ve edebiyatla ilişkisini çok iyi aktardığını düşündüğüm bazı yazılarını listeleyeyim.

Nobel ödülü kabul konuşması: Babamın bavulu

Alman gazetesine yazdığı bir yazı: Benim Türk kütüphanem

Fransa’da bir üniversiteden aldığı fahri doktora konuşması: Monsieur Flaubert benim

Bir de bonus: Orhan Pamuk’un Kara Kitap romanında, Dostoyevski’nin meşhur Büyük Engizisyoncu hikâyesine öykünerek yazdığı La Grand Pacha bölümü vardır. Bu iki metni karşılaştırdığım eski bir yazımı şuradan (link) okuyabilirsiniz.

--

--